19 Mayıs 2009 Salı

kızgınlık

ben her zaman ki gibi yine sana kızamadım. ben yine her zaman ki gibi kendime kızdım. bunun olacağını bile bile seni sevdiğim için kızdım kendime. sen değişmeyecektin, ben de değişmeyecektim ve biz değişmeyeceğimiz halde belki birşeyler bu sefer farklı olur diye sana döndüğüm için yeniden kendime kızdım. oysaki herşey aynıydı. farklı olan tek şey benim olduğum gibi değil de senin istediğin gibi davranma çabamdı. ne kadar sürdü? araya neler, kimler girdi? ne kadar canım yandı? susmak istiyorum. yazmamak, konuşmamak, ağlamamak, düşünmemek... olmuyor. kızgınım. kendime kızgınım. hayatımın bu kadar değersizleştirilmesine izin vermeme kızgınım. beni tekrar tekrar acıtmana izin vermeme kızgınım. sana kızamama kızgınım. canım yanıyor. çok yanıyor ama hani güçlü ve gururluyum ya... o yüzden işte sana tek söz etmemem, o yüzden ağlamamam, bağırmamam, küfretmemem, lanet okumamam... hani ben güçlü ve gururluyum ya o yüzden yeni sevgilin bana onu bir daha arama dediğinde sesimi bile titretmeden size mutluluklar sadece insanlık adına bana bir ulaşsın demem. hoş ulaşsan ne olacak ki? sana kızacak, bağıracak mıyım? sana adi, aşağılık, boktan birisin mi diyeceğim, ağlayıp beni bırakma mı diyeceğim? hayır. bunları yapmayacağımı sen de biliyorsun. hani bir kaç gün önce sana dedim ya... biz aslında ayrılmalıyız sen gerçekten birine aşık olmalısın diye... gerçekti sözlerim. ben sana aşıktım ama sen bana değildin. bana yeniden başlayalım diyen sen olduğun için de bitti diyemediğini hissediyordum. gerçekten aşkın seni mutlu edeceğini biliyordum. acı çeksem de mutlu olmanı istiyordum ve sende bunu biliyordun ya... işte ondan sen söyleyemedin yeni bir ilişkin olduğunu... işte bu yüzden sevgiline söylettin.
sana kızamıyorum. kendime o kadar kızgınım ki... kendime kızmaktan sana kızamıyorum. canım yanıyor. susuyorum. bana soruyordun ya hani ayrıyken de beraberken de beni seviyor musun diye ve ben cevap vermedikçe sen ama sev beni diyordun ya... sevdim aslında hep seni. keşke sevmeseydim diyemiyorum ya ondan kızıyorum işte kendime. işte bu yüzden susuyor ve kızıyorum kendime. bir gün tüm sıkıntılar geçecek ve gerçekten mutlu olacaz dediğim için kızıyorum kendime. oysaki sıkıntılar hiç geçmedi. sıkıntılar hep aynıydı sadece bakmamaya, görmemeye çalışıyordum. işte bu yüzden kızgınım kendime. senden nefret bile edemediğim için kızgınım çok....
yazmaya başlamadan önce yazacak çok şeyim varken yazmaya başlayınca herşey bir anda yok oluyor. düşüncelerim kontrolden çıkıp oraya buraya savruluyor. sıradan çıkıyor cümleler, garip bir hale dönüşüyor, sanki duygularım derinliğini kaybedip yüzeyselleşiyor.
bu bilinçsiz bir kendini koruma çabası mı acaba diyorum. acaba anlatma kendini, içinde tut düşüncelerini, bak ne zaman açsan kendini yaralandın, yıprandın, sus anlatma, sakın, lütfen, yalvarırım diyen içimdeki benim bana oynadığı bir oyun mu acaba? içimdeki ben zaman zaman oyun oynar benimle. amacı bazen korumak bazen cesur ol demek bazen boşver bazen de heyyyy çok boşverdin kendine gel demek... bense farkında olmadan dinlerim onu. bazen bu oyunu farketmem bile...
offf neler yazmak isterken neler yazıyorum gene. yok yok yazmaya devam etmeyeceğim bunu. yazdıkça kafam karışıyor bi de kendime kızıyorum üstüne üstlük. offf tamam bu kadar saçmala yeter:)

28 Şubat 2009 Cumartesi

i know

Zamanın hızla akıp gittiğini hissediyorum. Zaman hızla akıyor ve ben sürekli koşuyorum hayatı-zamanı yakalamak için. Zaman önde ben onun arkasında ve benim arkadam da anılar. üçümüzde bırakmıyoruz bu koşuyu. sürekli daha ileri. peki ya arada durmak, soluklanmak istersem ben? o zaman anılar benim önüme geçiyor. o zaman anılar işgal ediyor her yanı ve işte o zaman asıl koşu başlıyor. Hem de dinlenemeden daha da hızlı olmak gerekliliği doğuyor. Anılar daha çok can yakmasın diye daha hızlı koşmak... Ve belki de durduğunu zannettiğin an bile aslında koşuyorsun. En basidi soluk alıp veriyor, yemek yiyor, uyuyorsun ve aslında duramıyorsun hiç gerçekten. sürekli koş koş koş ve sonuçta ne zamana yetişebil ne de anıları atlatabilr...


placebo i know ile uyandığım sabahın anısına...


I know, you love the song but not the singer
I know, you've got me wrapped around your finger
I know, you want the sin without the sinner
I know
I know

I know, the past will catch you up as you run faster
I know, the last in line is always called a bastard
I know, the past will catch you up as you run faster
I know
I know

I know, you cut me loose in contradiction
I know, I'm all wrapped up in sweet attrition
I know, it's asking for your benediction
I know
I know

I know, the past will catch you up as you run faster
I know, the last in line is always called a bastard
I know, the past will catch you up as you run faster
I know
I know

I know, the past will catch you up as you run faster
I know, the last in line is always called a bastard
I know, the past will catch you up as you run faster
I know
I know.

No Title...

bazen uyanırsın.
uykunu tamamen almış şekilde
ve saate bakarsın
kalkman gereken saattir.
oysaki
bazen uyanırsın ve
sabah olmaz
gün doğmaz
sen yine
kalkman gereken saatte kalkar
hayatına devam edersin bir şekilde.
ama
bazen uyanırsın ve
sabah olmaz
gün doğmaz.

kURMACA aŞK öYKÜLERİ 3

Bazı insanlar hikaye olmayı bile hak etmiyorlar. Onlardan olma istemiştim. Geçip gittiğinde hayatımdan iyi-kötü bir hikayen kalsın geriye, Bir değerin kalsın, o değer hikayeye dönüşsün. Ama olmadı. Bir hikaye bile olamadın ve ben şimdi sen gittikten ve sensizliğin acısı bile geçtikten sonra sana bir değer verip hikayeni yazmak istiyorum. Sana değer vermeliyim yoksa seninle geçen günlerin anlamsızlığını kabul etmem gerekir. Değersiz birine verdiğim değerin acısı çöker üstüme. Ama şimdi herşey farklı. Bir zamanlar en değerliyken bak şimdi en değersizsin... Hadi senin hikayeni yazalım. Bak bizim demiyorum... senin...

Zorla girdin hayatıma. buldugun ufacık boşluklardan süzüldün, ittire kaktıra dar koridorlardan geçtin, açılmaz denilen kapıları açtın. Biliyordun kırgındım. Kim yaptı sana bunu? Kim incitti seni demiştin... İncinmeme üzülmüştün belki, belki de sadece öyle hissettirmiştin ama bak bi sefer rahat bırak kendini, kader diye birşey var ve kaçamazsın demiştin. içimden ne klasik laflar demiştim. ama unutmuştum her ne kadar büyük laflar etsem, bir daha düşmem bu tuzaklara desem, bu bir oyun desem de içimde bir yerlerin kadın oldugunu ve bir biçimde ne baglanması benden geçti o dediğim şeyin benim canımı yakacagını.

senin hikayeni yazmak zor. duyguları, olayları anlatmaya gerek yok. ne de olsa yalanmış hepsi. bana yalan söyler misin demiştin. evet diyen bendim sense ben söylemem demiştin. ben sana söylemedim cunku hak etmediğine inanıyordum ama sen... o cok değerli, cok özel, harika bana yalan söylemişsin, hemde ilk andan son ana kadar. senin hikayeni yazmak zor, çünkü sen belki de adı sanı bile gerçek olmayan biriymişsin, cesurca oynamısın birinin hayatında özel ve önemli olma oyununu ve olunca da, e hani nerde yenisi demişsin... böyle başlamış bu oyun ve böyle sürecek, ben sadece bir skormuşum tek anlamının duvara atılan bir çentik oldugundan habersiz.

senin hikayeni yazmak zor... hangi yalan daha elle tutulur karar vermek daha zor. sonun başlangıcı geldiğinde ve ben içimden hassiktir oyunun kuralını bozdum, kendime verdiğim sözleri çignedim, gitmem gerek senden dediğimde gitme, hayatta herşeyin bir sebebi vardır, bekle ve gör, sen harikasın dememin anlamı neydi? zaten skor olmamış mıydım? bir fırt daha acıtacam ki canını doz aşımı yaşasın mı dedin? yoksa amac yeni oyuncagına gidişini görmemi istemen miydi? Ne fark eder?

hikayeni yazmak zor. oynadıgın oyunu görüp sana iyi kötü bir değer vermek, bu degere istinaden yazmak zor. o kadar yalandın ki sen bile değildin belki. bir yalana anlam yüklemek zor. adiye, aşalığa, özlenene, unutulamayana, kin kusulana, bir kere daha görmek için pek çok şey feda edilebilineceğe anlam yüklemek, anlamına anlam katmak kolay... peki bir yalana? yaşanan şeylerin hepsi yalansa nasıl bir anlamı olacak ki?

sana bir anlam vermek, sana bir bebek vermek isterdim. üzülüp ağlayabilmek isterdim senin için. isterik tavırlar serileyip canını yakmaya çalışmak, telefonunu gece gündüz susturmamak, aptal aşıkların aptal acılarını çekmek isterdim. acın bana öyküler, şiirler yazdırsın, acımın fotografını çekebileyim isterdim. çok azıcık değerin olsun isterdim. Neden'i umursamayı, senden bir cevap almak için cıldırmayı isterdim ama gerek bile yok nedenlere. insan cevabın yalan olacağını bile bile soru sormaz değil mi? şimdi zorla yazılan satırlarsın. unutulmamak için. unutmamak ve bir daha kanmamak için belgenmeye çalışılansın. bir değeri olması gerekensin sırf değersize değer vermenin acısı üstüme çökmesin diye...

KARMASIK hisler

Masamın üstünde iki şişe su, bir koca bardak diet cola, bir kupa kiraz sapı suyu, bir kase nar, bir sürü kıvır zıvır, bir sürü kablo, kitaplar, kalemler, kağıtlar, makyaj malzeleri, takılar ve telefon... üstüste, sıkış-tıkış, itiş-kakış... bir şeye yer açmak için diğer şeyleri itmek ama asla yere düşmesine izin vermemek... birşeyler kayıp, birşeylerin ucu-köşesi görünmekte ama ulaşmak zor ve riskli, birşeyler anlamsızca ortada... bir el mause'da sürekli. sürekli refresh yapılan bir mail adresi, telefonun sesi ve titreşimi açık olsa da sık sık yeniden kaydırılan kapak ve ekranda görülmeyi beklenen bir ufacık zarf...

charles bukowski'den bir şiir...

....
mahvolmus hayatlar
olağandır
bilgeler için de
ahmaklar için de
ancak
o mahvolmuş hayat
bizimki olduğunda,
işte o zaman
farkına varıız
intiharın, ayyaşların hapisane
kuşlarının, uyusturucu müptelalarını
ve benzerlerinin
varoluşun
menekşeler kadar
gökküşagı
kasıga
ve
tam takır
mutfak
dolabı
kadar
olagan
bir
parçası
olduklarının

proof

Proof u seyrettim bu gece...


How many days have i lost?
how can i get back to the place where i started?
i'm outside the house
trying to find my way in
but it's locked
and the blinds are down
and i've lost the key
and i can't remember what the rooms look like, where i put anything
and if i dare to go inside
i wonder
will i ever be able to find my way out?

sigara


oturmuş bira içiyorduk ve ben bir gece önce sana seni sevdigimi söylemiştim. anlamak istemiyordun çünkü dosttuk biz. hep başka problemlere yormak istedin sıkıntımı. oysaki tek sıkıntım sendin. sigaraya vurmustuk kendimizi ve biraya. amaç konuşamadığımızı birbirimize fark ettirmemekti. kültablasında duruyordu sigaralarımız birbirlerine cok yakındı yanan kısımları azıcık ittirsem ateşim ateşine deyecekti. ama kalbimin kalbine dokunamayacağı kadar uzaktı ve anlamsızdı aslında. cünkü sendeki yürek başka bir alevle yanıyordu ya da yanabilirdi ama benim için değildi ve olmayacaktı ve ben aldım sigaramı dudaklarımın arasına. sıkı bir nefes çektim. aldım hırkamı sandalyenin arkasından evime geldim. hepsi bu....

sevgililer günü???????????

sevgililer günü belki sevmediğini fark etme günüdür, belki de sevdiğini kaybetme. mutlu sevgililer günleri herkese

alışılmışı yıkmak

Daha kaç kez söylemem gerekiyor! Benimle konuşurken gözlerime bak! Önündeki kağıtları karalama, etrafına bakınma! Gözlerime bak. Kaçma gözlerimden. Renkli olmaları korkutmasın seni. Doğruları gözlerimden göreceksin. Gözlerini görmeden konuşamam seninle, gözlerini görmeden inanamam sana, güvenmemi de bekleme benden. Gözlerini kaçırma gözlerimden. Duyuyor musun? Gözlerini kaçırma benden!
İçimde bir huzursuzluk. Gerek yok aslında. Gerçekleri biliyoruz ikimizde. Zorlaştırmak niye ki? Bu gereksiz dialog, bu yıkıcı tartışma niye ki? Yalanlara ne gerek var ki? Birazdan olacakları bilmiyor muyuz sanki? Kapı büyük bir gürültüyle kapanacak, ayak seslerin tüm binada yankılanacak. Bense yerimde durup sessizce ve titreyerek ağlayacağım. Neye ağladığımı bilmiyor olacağım. Gidişine mi?, Yoksa neden bu kadar zamandır hayatımda olduğuna mı?, yoksa gitmenin gelecekte getireceği rahatlama etkisinin bugünkü boşluk duygusuna mı? Aşağı inince durup telefon edeceksin. şu çok sevdiğim kiraz çiçekli japon yazarın şiirini okuyacaksın. Yinede özür dilemeyeceksin. Ben ağladığım için konuşamayacağım, sense bunu bir umut olarak algılayacaksın. Islık çalarak direksiyona geçeceksin ve 'Evet, affedecek' diyeceksin. Radyodaki her şarkı keyif verecek sana. Otobana çıkıp öylece gideceksin bir süre. Birden, aslında herşey istediğin gibi giderken, bir anda kalbine bir acı dolacak. Yalnız olduğunu, rol yapmana gerek olmadığını fark edeceksin. Duracaksın. Arabadan inip kusacaksın ve ağlayacaksın. Sürekli miden bulanacak. Kendinden tiksineceksin. Kafanı kaldırıp ufka bakacaksın. Çam ormanlarını göreceksin ve diyeceksin ki 'böyle bir yere onunla yerleşmeli, evimin önüne bir kiraz ağacı dikmeliyim'. İçinde birşeyler çağlayacak. Ağır çekim arabaya doğru ilerleyeceksin, her adımda yenilendiğine inanarak. Ama sadece kendini kandıracaksın.
Bense bu kez, belki de ilk kez rutini bozacağım. Çayı demleyip, pencerenin önünde, menekşelerimi okşayarak seyretmeyeceim şehrin ışıklarını. Radyoda o dinlemeyi çok sevdiğimiz romantik kanalı açıp gözyaşlarıma yenilerini de eklemeyeceğim. Senin dönüşünü, dönüşünde suskun küskünlükleri, ardından o çocukça ama büyük bir azimle ve inançla yaptığın yeniden eski güzel günlere dönme çalışmalarını da beklemeyeceğim. Neden, bunu hak edecek ne yaptım diye kendimi yiyip bitirmeyeceğim.
Kaç kere yaşadık biz bu senaryoyu? Kaç kere başka kadınların ten izlerini yatağımıza taşıdın? Kaç kere affettim seni? Bir kere doğruyu söyle ve bak gözlerime. Gözlerime bak. Daha dün gibi aklımda bütün çarşafları, yastık kılıflarını, yorgan kılıflarını çöpe attığım gün ve sen o günde kiraz ağaçlı bir bahçe hayalleri kurarak dönmüştün eve. Bu kez hayır. Bu kez aynı şeyleri bir daha yaşamayı göze almıyorum ben.
Git. Son kez gözlerime bak. Acımı, yıkılan 'ben'i gör gözlerimde v git. Kapıyı yavaşça kapat. Apartmanı inletmesin ayak seslerin. Ve aşağıya inince telefon da etme. O şiiri duymak istemiyorum dudaklarından. Kirletme şiiri... Bu kez çam ormanlarına doğru sürme arabayı. Engin, zirveleri karlı dağlara doğrı git. Ufuk hem çok yakın hem de çok bilinmez ve zorlu olsun. O dağların ardında kaldığımı ve dönüşü olmadığını anla. Yine tiksin kendinden, yine kus. İçindeki tüm iğrençliği dışarı atıncaya kadar kus. Kusamayacak hale gelinceye kadar kus. Kafanı kaldırıp etrafına baktığında kiraz çiçeklerini göremeyeceğini bil. Ayaklarının altına bak. O pembe taç yapraklar orda işte. Tüm güzellikler ayaklarının altında.
Bense sen gittiten sonra yerimden kalkıp gözyaşlarımı sileceğim. Kapıyı kilitleyip duşa gireceğim. Bedenimi değil ruhumu temizlemeye ihtiyacım var. Temizlenir mi dersin? Eşyalarını paketleyip annenin evine- ya da belki istediğin herhangi bir sevgilinin evi de olur- gönderirim. Kapınında kilidini değiştireceğim. Ne olur gelme. Bir tek şey istiyorum senden. Hadi kaldır kafanı ve bak gözlerime...

kURMACA aŞK öYKÜLERİ 2

ışığa;
anahtarlığımda hala sarı kamyon,
korkma, ona ve senden kalan herşeye
iyi bakıyorum. birtek kestirme dediğin
saçlarımı kestirdim. her makas darbesi
kalbimi biraz daha kanattı.
10.09.2003/00.04


tüm gece örgü ördükten sonra yüzümü yıkayıp yatmaya hazırlanırken aynadaki görüntüm karşısındaki rahatızlığım yazmaya itti beni. aynada gördüğüm şuydu: ışığı sönmüş, altı çükmüş ve morarmış gözler, aşağı doğrı kıvrılmış dudaklar, yanaklarda gözyaşının etkisiyle oluşmuş rimel çizgileri. odama geldim. radyoda abuk sabuk şarkılar ve ben ilk kez anlatmak istedim hissettiklerimi.çalışma masamda sadece kağıdımı aydınlaran masa lambamın ışığı altındayım. etraf karanlık ama anılar canlı ve beklide tek istediğim anıların bu kadar canlı olamaması.
anlatmaya nereden başlamalı? Baştan mı? sondan mı? yoksa gittiği günden mi?

***

yirmibeş mart ikibinüç. okulun karşısında yemekteydik. sezgin bir arkadaşını bekliyordu. kumru yemiştim o gün ve taze sıkılmış portakal suyu yanında. sonra o geldi. BARIŞ'tı adı. benden başka herkes tanıyordu onu ve biliyorlardı hikayesini. askere gidecekti onyedi gün sonra. bana neydi ki? sadece sezgin'in arkadaşıydı ve ben mutsuzdum. aşıktım-en azından öyle hissediyordum- ve olmayacak birşeydi. acı çekiyordum ve ben o gün daha fazla acı çekmemeye karar vermiştim. unutacaktım onu. saclarını, gözlerini, bakışını... herşeyini silecektim kalbimden.
normal değildim o gün. içimdeki acı o kadar büyüktü ki bir şekilde enerji saf edip yorulmam, fiziksel acı çekmem gerekiyordu. sarp'la dalaşıyorduk okulun bahşesinde. itişip kakışıyorduk. o orda buket ve damla'yla koyu bir muhabbete dalmıştı. konu kimin onunla evleneceğiydi. o askere gidince ölecekti ve buket'le damla ondan kalacak para için geyik yapıyorlardı. baktım ona. mavi gözleri ve hafif çarpık gülümsemesi ban bir anda yağmur sonrası yaprakların üstündeki su damlacıklarının ışıldamasını andırdı. o gün en ona ışık dedim. o bunu hiç anlamadı. benim herkese bir renk vermemi ama onun tüm renklerden öte ışık olduğunu anlamadı. renklerin nedenini çözmeye uğraştı. sınıflandırmamın mantıklı bir yönünü göremedi.kendi pırıltısını anlamadı. mum sandı kendini, meşalelerden korktu. oysa o ne mum ne de meşaleydi. o pırıltıydı. içimde bişeyleri ışıldamıştı onun gülüşüyle, gözleriyle.
buket'le birlikte çıktılar okuldan. oysa hergün buket'le birlikte giderdik kızılaya. önemli değildi. BARIŞ onunla konuşmak istemişti ve ben arkalarından bakıyordum. o öyle tatlıydı ki...toprak-gri arası bol bir pantolon, beyaz üstü baskılı t-shirt, gri kocaman bir hırka ve gri bir palto. sallana sallana yürüyordu. buket ise her zamanki gibi enerjikti ve hızla uzaklaştılar. onlar gittikten sonra ben son kez diğer adam için ağladım. aslında o gün ne için ağladığımı hiç bilemeyeceğim. belkide ağlamamın sebebi delice aşık olduğumu sanarken başka bir adamdan bu denli etkilenmekti.
metroda aklımda gecen BARIŞ'tan evlenme sözü almamdı. nasıl oldu bilmesemde onu buket ve damla'dan kapmştım. şaka da olsa cok tatlı bir şakaydı. karıcım demişti gitmeden bana. bende kocacım diyordum. karı-koca. eğlenceliydi...
00.43

***

17.09.2003/00.10

çok üşüdüm, çok yoruldum, çok ağladım o gittiğinden beri. gideli bir ay ve onbir gün olmasına rağmen hala çok özlüyorum onu. bugün içimde inceden bir sızıyla anlamsız depresif tutumlar sergileyerek dolandım etrafta. her bakış, her yüz ve her ses onunkine benziyor ve bir aydan fazla zamandır onu görmeme rağmen yüzünün, sesinin gözlerimi kapadığım anda zihnimde ortaya çıkıvermesi bir yandan beni mutlu ederken bir yandan da delireceğimi düşünmeme neden oluyor. bir anda, tamamen sessiz bir ortamda ya da iç sesimi bile duymakta zorlanacağım kadar gürültülü bir yerde,hayat aynen devam ederken ya da herşey durmuşken, muhabbet ederken, çalışırken, müzik dinlerken, kitap okurken, yemek yerken, uyurken,... bir fısıltı. tek bir kelime 'BARIŞ'. ses tanıdık değil, benim sesim hiç değil. sadece 'BARIŞ'. bu fısıltı engellenebilir mi? öyle dipten, öyle derin ki içimde bir parçalanma yaratıyor. sanki yaşadığım şey bir fısıltı duymak değilde kırık cam parçalarının içimde hareket etmeleri ve her noktamın parçalanması. içimde parçalanan birşey olduğu kesin. ölesiye acıyor bir yerlerim. bir de sürekli beynimde bir düşünce: 'istediğin kadar öldür kendini umrunda değilsin'.
00.25

***

03.54

eve döndüğümde yüzümdeki gülümsemeyi engelleyemiyordum. annem şaşkındı. şafak meselesini bildiği ve o meselenin beni ne hale getirdiğini bildiği için şaşkındı. ona söyleyebileceğim hiçbir şey yoktu ki... sadece mutluydum. o da sormadı zaten. biliyorum çok sormak istedi ama soramadı. o akşam yani yirmibeş mart ikibinüçte akşam saat dokuz civarında ondan ilk mesajı aldım. herkesin telefonunu aldığı halde karısının, en önemli kişinin numarasını almayı unuttuğunu onu da buket'ten aldığını, sakıncası olmadığını umduğunu, öptüğünü söylemiş ve kocan diye bitirmişti. sevinmiştim. çaktırmamaya çalışıyordum. daha cok erkendi, yatamazdım. saçmalayarak dolaştım biraz ortalarda. mesajlaştık biraz. yüzümdeki gülümseme giderek abuklşıyordu. kahkahalarla gülmek istiyor, gülemiyordum. sonunda yatma vakti geldi. penceremden baktım ve öyle mutsuzdum ki... sabaha kadar ağladım.
okulda buket'le buluştuk. birşeyler olmuştu. belliydi. BARIŞ'la konuştuğundan ama bana anlatamayacağından, temelde onunla ilgili olduğundan, kısmen beni ilgilendirdiğinden bahsetti. sorsamda anlatmadı. o öğlen yine geldi. kirpi'ye yemeğe gittik. sonra okula döndük. kalbim hem mutluluğu hem mutsuzluğu yaşıyordu. garipti. çıkışta konuşacak gibi olduk. kim önce konuşacak diye yazı-tura attık. ben kaybettim-her zamanki gibi.- ve ona onda beni çeken etkiyelen birşey olduğunu, onun ışık olduğunu söyledim. sonra millet yetişti bize, metoya bindik kızılaya gittik. yürüyen merdivenlerde bende senin hissettiklerini hissediorum dedi. o kadar.
iki nisan ikibinüç. BARIŞ. ah BARIŞ.o yine gelmişti. okulda takıldık biraz. sonra buket,sezgin, BARIŞ ve ben okulun karşısındaki bir cafeye gidip okey oynamaya başladık. sıkıntılar basmıştı bana. yerimde duramıyor, oyunla ilgilenemiyordum. BARIŞ'la cıktık kızılaya gittik. ordan da hoşdereye yürüyecektik. en dayımlara gidiyordum. o da askerlikten önceki son gecelerinde arkadaşlarıyla buluşuyordu sürekli ve bu da onlardan biriydi. yol boyunca ne yaşayacağımızdan konuştuk. o olmaz, yürümez diyordu. bense neden bilmesemde onun hayatımda olmasını, onun hayatında olmayı istiyordum. gecenin karanlığında, yağmurun altında elele tutuştuk onunla... gecenin ilerleyen saatlerinde ondan bir mesaj geldi. 'tek istediğim sana sarılıp uyumak'. benimde tek istediğim ona sarılıp uyumaktı. mutluluk ve mutsuzluğun karmaşası sonucu olarak gülümserken gözlerimden yaşlar akıyordu.
04.47

***

29.09.2003/22.36

neden? öyle garip geliyor ki... ve öyle mutsuzum ki... aklımda sadece 'neden'. durup durup vuruyor acı. gece ilerliyor ve karanlıkla başbaşa kalıyorum yeniden. acı geliyor yavaşça, yaklaşıyor her an ve bir darbe indiriyor. ardından bir darbe daha, bir tane daha...uyuyuncaya kadar darbeler ya da sabah olup gün ışıyıncaya kadar. her darbe bir anı. anılar ölürüyor beni. ölüyorum, her an yeniden yeniden onu sevdiğimi hissederken ölüyorum. bunu hak edecek birşey yapmadım ki ben. seni seviyorum BARIŞ. ışığım, ışık, ölüm, karanlık, acı... anı...
***
günler aktı gitti. on nisan oldu. onbir nisanda gidiyordu. bilinmezlik derindi. on nisan annemin doğum günü olduu için pasta aldık. çok mutluydum, mutluluk sarhoşuydum ve ardından gitti o. hersey sallanırken, tüm parçalar savrulurken gitti. gözyaşı ve acı kaldı. sabah oldu telefon çaldı. (hatırlarken bile gözyaşının arkasında bir tebessüme sebep olan anılar. küçük ama çok özel mutluluklar.) oydu arayan. izmir'e vardığını haber veriyordu. oysa arayacağını hiç düşünmemiştim bile.
ertesi günde aradı, daha sonraki günde, her gün... 3.5 aylık acemiliği süresince neredeyse her gün, bazen günde 3-4 kere konuştuk. mektuplar yazdık birbirimize. herşey öyle garipti ki... ilk başlarda bütün arkadaşlarım -özellikle sezgin- bu ilişkiyi engellemeye çalıştı. herkes o kadar çok şey söylüyordu ve ben o kadar zorlanıyordum ki, dayanmak, dayanırken ona birşey hissettirmemeye çalışmak, özlemek, korkmak(kendimden, ondan, herşeyden), anlamamak, bilmemek, beklemek, neyi beklediğinden emin olamamak... hepsi zorluyordu beni.ama en çok sözler yoruyordu. zaman geçti. insanlar kabullenmeselerde sustular, yoruldular, anlamayacağımı anladılar.
mektupları ilk okuduğumda beni mutlu eden ama satır aralarında sürekli geren, korkutan, üzen ama ynede beni ona, nu bana yaklaştıran tek şeydi. eski bir kızdan, onun bir anı olarak kaldığından ama çok acı çektiğinden ve yaşanan şeyler sonucu kendine olan özgüvenini tamamen kaybettiğinden bahsediyor, ışık olmayı anlamıyor, sevgimden korkuyordu ve tüm bunlar onu eziyordu. bense sadece beni tanımasını, anlamasını, sevmesini istiyordum.
tüm bunlar yaşanırken mutluydumda. sesini duymak mutlu ediyordu, sesimi duymak mutlu ediyordu. birşeyler özeldi. bana da özel olduğumu hissettiriyordu. birbirimiz için değerliydik. bunu da hep dile getirdik. en kötü olduğum anda onun sesi her sorunu unutturuyordu. beşyüzelli kilometre uzaktaydı ama kimsenin olmadığı kadar da yakındı. sanki elimi uzatsam yanağına değecekti parmaklarım, sanki uyanacaktım ve gözlerimi açtığım anda gözlerini görecektim. yağmurun altında kantinin önünde otururken ileriden gelenlerden biri o olacaktı. o kadar yakındı ki... derin bir yalnızlıkla inanılmaz bir yakınlıktı yaşadığımız. o da anlatıyordu hislerini, nasıl beni her an yanında hissettiğini.
geçti günler, her gün onunla ve mutlu ama hayatta akıyordu bir yandan... evde sorunlar, okulda sorunlar... ama o vardı ve herşey öyle kolaydı ki onunla. aşılmayacak sorun yoktu. geçilmeyecek sınav yoktu...herşeye rağmen aiemle düzeliyordu aram, buket'le kötüydük ama düzelirdi herşey. sadece BARIŞ yapabilirdi bunu bana. onun varlığının içimde uyandırdığı uysallık, sakinlik, huzur... düzeliyordu herşey. ve hergün büyüyordu sevgim. o da daha özgüvenliydi sanki. düzene girmiş, zorlukları aşmış bir ilişkiydi bu. zor günler bitmeli, mutlu olmalıydık artık.
üç temmuz'da izmir'e gittim. kıyametler koptu evde. umrumda mıydı? tabiki hayır. beş temmuzda gördüm onu. nerdeyse üçay olmuştu. vapur iskelesinde bekliyordum. kalbim ağzımdaydı. ve o geldi. sarıldım. sarıldım ona. herşey geçmişti. bitmişti acılar. sesinden ve mektuplarından öteydi. elim elini tutuyordu. dolaştık, yemek yedik, konuştuk. bir ton şeyden bahsettik. o anlattı, ben anlattım. sonra deep diye bir bara gittik. içtik. ilk kez orada öptüm onu ben. sanki daha önce kimseyi öpmemiş gibiydim. heyecandan ölecektim. çıktık ordan. bir tanıdığn bürosuna gittik. mesajdaki gibi sarılıp uuyacaktık sadece. hayal gerçek olacaktı. ama seviştik. uzun uzun... durmadan... aşk, öpüşme, sevişme benim için yeniden anlam kazanıyordu. sadece onun bedeninin bir parçası olmak istiyordum. muhteşemdi herşey. o ve ben yoktu. sadece o oluyorduk ya da sadece ben, tektk, bütündük, en azından benim hissettiğim buydu.
hafta içince bir kere ziyaretine gittim. sonra yine bir cumartesi halama geldi. kahvaltı ettik. halamlar sevdi onu. o da halamları sevdi. sonra çıktık yine.dolandık biraz. sonra yine seviştik...
ondört temmuzda kurası vardı. sonun başlangıcıydı belki, belki de gerçekten bitmiş olması gerektiğinin ilk göstergesi. daha önce bana demişti ankara olmazsa biter diye. bu nasıl birşeydi. dört ay beklememiş miydim? ve neredeyse ankara olacağı kesinken bunu söylemek ne demekti? tartışmıştık bunu maillerimizde(o bir mail adresi YARATMIŞTI ikimiz için. aeon_disconnectus@... aeon benim nickimdi sonsuz uzun zaman demekti, disconnectus onu.tutunamayan...) ondört temmuzda gittim yine. girdim karargaha oturdum. Benim gibi bekleyen iki kız daha vardı ve onlar biliyorlardı sevgililerinin nereyi çektiğini. bense bilmiyordum. korkuyordum. onlar sadece sevgililerini görecekleri anı bekliyorlardı ama ben onun gelip gelmeyeceğini bilmiyordum. gelmeyebilirdi. doğu çekmiş olabilir, herşeyi bitirmiş olabilir ve gelmeyebilirdi. isimler anons ediliyordu. diğer kızlar da bekliyorlardı. zaman geçiyordu. hızla akıyordu herşey. sonra kızların sevgilileri geldi. BARIŞ'ı tanıyordu bir tanesi. tam nereyi çektiğini söyleyecekken BARIŞ geldi. doğu dedi. bok oldum. sanırım bu his bok olmaktı. ne hissettiğimi, ne istediğimi anlamayacaktı. bitirecekti. tükenecektim... ben tüm bu duygular içinde kaybolmuşken ve gözlerim dolmuşken genel kurmay ankara dedi.
MUTLULUK. KOCAMAN, KOSKOCAMAN. HERŞEY GÜZEL, HERŞEY FEVKALADE. ONU SEVİYORUM.
onbeş temmuz'da döndüm. o da otuzbirinde gelecekti. yanımda olacaktı. günler hızlı-yavaş geçti. zaman kvramı kayboldu. sadece onunla konuştuğum dakikalar vardı ve onsuz geçen uzun upuzun anlar. son hafta aradı. üç-dört gün çin çeşmeye gideceğini söyledi. sonra gitmiyeceğim dedi sonra tekrar gidecem dedi sonra gitmiyeceğim ve en sonunda gitti. izmir'den döndükten sonra içimde garip bir his vardı. 'yeniden mi başlasak acaba?' onun duygularından emin değildim. neden diyeceklere verecek bir cevabım yoktu ama öyle hissediyordum. onun duyguları benimki kadar yoğun değildi.
çeşme'deydi. sık sık konuşuyorduk. korkuyordum. burda kendi hayatım vardı. o gelince birtakım değişiklikler olacaktı. bunu istemekle birlikte tedirginliğimi üstümden atamıyordum. sürekli özlemden ve bunun birkaç gün içinde biteceğinden bahsediyorduk. bitti de! hemde ne bitiş.
dört ağustos'ta ankara'ya döndü. annemler antalya'daydı. o gece başta arkadaşlarıyla buluşup sonra bize gelecekti. erken gelmeyeceğini biliyordum ama yine de hazırlık yapmıştım. bir sürü bira almıştım. içtim, bekledim, içtim, bekledim... gece yarısını geçti. bir oldu, iki oldu... iki buçukta geldi. içeri girer girmez ilk sözü ne kadar güzel görünüyorsun oldu. sarhoştu. hemde çok. biramı bitirdim, bir iki bişi yedi. yatak odasında seviştik. sabaha karşı beş-altı gibi uyuduk. onda uyudum. iki saat kahvaltı hazırlayıp gazete okudum. oniki de uyandırmaya gittim ve yine seviştik. burdaydı, yanımdaydı. sonunda! kahvaltı etti. kahvaltıdan sonra çıkacaktı, nasıl buluşacaz, buluşacak mıyız diye konuşurken ona 'yeniden başlamak için ayrılalım mı?' dedim. konuştuk baya. 'ne cevap vermemi bekliyorsun' dedi. 'üç cevap olabilir' dedim. 'kolaya kaçabilir ve tamam ayrılalım diyebilirsin, dört ay seni bekleiğim için sorumuluk hissedip devam edelim diyebilirsin - aramızda bir sorumluluk tartışması yaşamıştık daha öncelerinde. sezgin bunun sorumluluk olabileceğini söylüyor bende bundan çok ama çok korkuyordum.- ya da beni gerçekten sevdiğin için bitmesin diyebilirsin' dedim. bir cevap vermedi. zamana ihtiyacı olduğunu söyledi. konuştuk. sanki hiç ayrılmayacakmış gibi kim kimin arkadaş grubuna ne kadar girecek, hangi sıklıkla görüşebileceğiz gibi konulardan konuştuk. sonra gitmesi gerekti. siyah t-shirtümü giydi. mavi atletini bizde unuttu.
kapıda 'ben bir karar verdim ama şimdi söylemeyeceğim, doğru kelimeleri seçemeyebilirim.' dedi. 'daha fazla zorlaştırma söyle' dedim. 'kolaya kaçıyorum bitti' dedi. öldüm. sarıldı, öptü. çıktı. kapıyı kapattım. gözlerimden inen yaşları hissetmiyordum, acı içinde çıkadığım sesleri duymuyordum. ağladığımı o kapıyı çalınca fark ettim. kapıyı açtım. yeniden karşımdaydı ve karşımda olması ne anlamsızdı. 'seni bu halde nasıl bırakayım' dedi. 'git' dedim. sadece 'git' diyebildim. gitti. asansöre yürüyüünü duydum. asansörün aşağı inişi duydum. baklondan son bir kere baktım. bir daha hiç görmeyeceğimi bilerek, buna emin olarak ve o gitti.
eda ve ceren aradı. belkide ben aradım. bilmiyorum. arka arkaya geldiler. hangisi önce hangisi sonra geldi onu da hatırlamıyorum pek. evdeki tüm biralar tükendi. hatta eda'nın sonradan getirdikleri bile. aklımdaki tek soru 'nasıl bu kadar kolay oldu' idi. ertesi gün buket'leydim. konuştuk. bana BARIŞ gittikten sonra yaptığımız bir konuşmayı hatırlattı. olacaklar hakkında senaryolar yazıyordu ve ilk uydurduğu senaryo döndüğü gün ayrılacağımız olmuştu. ve senaryo artık gerçekti. gece ceren'lerle birlikteydik. içtik. eve geldim iki bira daha içtim ve telefona yapıştım. 'neden bitti' dedim. başta mırın kırın etti. net hatırlamıyorum ama sanırım şarkı bile dinletti. sonra konuştu. keşke hiçbir şey söylemeseydi. 'bilmiyorum, yaşadıklarımı unutamadım, eskiden görüştüğüm insanlarla görüşmek isteyebilirim, kafam karışık, onu sevebilirim' dedi. dondum kaldım. bir otobüsteki kırmızı valftim. yanında ihtiyaç anında imdat valfini çeviriniz yazan. ihtiyacı yoktu artık. son gece de benimle sevişerek bana olan borcunu ödemişti. orospunun ücretini ödemişti. çıkabilirdi hayatımdan. resmen orospu yerine koymuştu beni. herşeyi söyledim ona. hissettiklerimi, hissettiklerimden fazlasını. bir saat boyunca ben konuştum o dinledi. aralarda birşeyler söyledi umrumda mıydı peki? hayır. ben duyacağımı duymuştum.
saatlerce yıkandım. tenim sıcak suyun ve lifin etkisiyle kıpkırmızı olup acı her yanımı kavurana dek. peki ruhum nasıl temizlenecekti? ölmek istedim. ölmek. ama kendini öldürmek hiçte kolay değilmiş onu öğrendim. yinede tiksindim tenimden, bedenimden. kusuyordum sürekli ve iğreniyordum herşeyden.

30.09.2003/ 00.27

kURMACA aŞK öYKÜLERİ 1

aslında o geceden sonra bir daha görmek istemiyordum onu cünkü fark ettim ki acı veriyor bu durum bana. Ama yine cağırdım onu. Veo yine geldi. O geldiginde ben uyuyordum. Onu bekleme mi yormuştu beni yoksa zaten yorgun muydum bilemiyorum. Soğuk gecede onu karşıladım karanlık sokakta.İçmişti. Gece yarısıydı. Taksiden indi.Birden bir rüzgar titretti beni. Pişman mıydım? Onu çağırdığım için o anda pişmanlığı yaşamaya başlamış mıydım?
Onu bu kadar erken beklemiyordum. Arkadaşlarıyla Taksim'de olacaktı. Bir gece önce sevgilisinden ayrılmıştı. Bu kadar çabuk gelemezdi bana. Saat daha yeni oniki olmuştu. İçimde tarif edilemez bir kırıklık vardı ve ben birbuçuk haftadır bu kırıklıkla yaşıyordum. Neden çağırmıştım onu yeniden? Neden yine onun kollarında olmak istemiştim? Birbuçuk hafta önce anlamamışmıydım benim olmayacağını? 'merhaba' dedim önce kırıklığımı belli etmeden ve engelleyemediğim kalp çarpıntımla.'uyuyor muydun' dedi. 'bu kadar erken geleceğini tahmin etmemiştim' dedim. 'senin için geldim' dedi. Yalanla gerçek bir aradaydı bu cümlesinde. Belki evet benim için ve evet asıl gerçek daha çok kendisi için.
Asıl hikaye nerde başlıyordu? Ve bu hikaye nasıl bu noktaya gelip böyle son bulmuştu? Bu son gerçek son muydu? Yoksa çok daha önce sonlanmış birşeyi biz mi gerçekliğe taşıyamıyorduk?
2001 sonbaharıydı. İlk görüşmemiz... Daha önce internetten tanışıyorduk ve ilk kez bir sonbahar günü görüştük onunla. O zamanlar ben de o da öğrenciydik. Benim Ankara'daki ikinci yılımdı. Yurtta kalıyordum o zamanlar veala aylar önce ayrıldığım sevgilimin yasını tutuyordum. Hergün öleceğimi hissedip kendimi kendime hapsediyordum. Ve onu bir sonbahar günü Botanik Parkı'nda tanıdım ben. Bir bankı üstünde yan yana içim dünyayla dopdolu ama dünyadan tamamen kopuk bir şekilde oturdum onunla saatlerce. Bir o vardı, bir ben, bir de ağaçlardan düşen yapraklar, kurumuş çiçekler. Sarıldı bana, sonra öpüştük. Oysa bu arkadaşça bir görüşmeydi. Ben ona hergün nasıl öldüğümü anlatmıştım, o da bana sevipte birlikte olamadığ ve uğruna deli gibi acı çektigi kızı anlatmıştı. Birbirimize öğütler verip geçecek demiştik. Ama o öpüşme öyle birşeydi ki hiç bitmesin istedim, hep devam etsin... Sanki gözlerimi açınca yerdeki yapraklar ve kurumuş çiçekler tekrar dallarında olacaktı. Yeniden bir doğum, bir umuttu bu benim için. O gece seviştim onunla... İçime, ruhuma giren ilk insan oydu ama bilmedi bunu. Bilemezdi de. Küçükken yanlışlıkla, kazayla kızlıktan kadınlığa adım attığımı, güdük, yetersiz, kabuslar içinde yaşadığımı nerden bilebilirdi ki...
Güzel ve İğrenç bir geceydi. Evinde kaldığımız arkadaşı ilk kez görüştüğümüzü bildiği ve alkolünde etkisiyle orospu muamelesi yaptı bana. Acı çektim. Ağladım. O geceden hiç bir zevk almadım. O bana bir bebekmişim gibi sarıldı. Onunda acı çektiğini hissettim.
Sonra o gitti. Ben o kadar küçüktüm ki... O kadar saftım ki... Tek gecelik ilişki diye birşey olduğunu bilmiyordum o zamanlar ben. Sevgilim olacak, beni sevecek, yine gelecek sandım. Umud ettim ama olmadı. Acı çektim bir süre. Sonra geçti. Dost olduk biz. Daha doğrusu ben dostum ilan ettim onu. Her kötü olduğum an onu aradım. O da destek oldu bana.
Her yıl bir kere buluşup seviştik onunla biz. Yine sevgililerimizden bahsettik, yine acılarımızı paylaşıp ağladık, yine bizi acıtan sevgililerimize kızdık. Ve hep hayatlarımızın belli noktalarında olmaya devam ettik. Arzuladık birbirmizi. Bu yüzden her sene bir kere seviştik. Hep başarısız sevişmelerdi. O hep kendinden sandı. Oysaki hep bendendi. Ben ilk sevişmemizde yaşadığım utancı, hayal kırıklığını unutamıyor, bir türlü karşımdakiyle bütünleşemiyordum. O nereden bilebilirdi ki... Bilemezdi... Bilmemeliydi...
Garip olan yıllar sonra bile birbirimizi arzulamamızdı. Onun beni neden arzuladığını hiç bilemedim. Soramadım da cünkü bir kere temiz duygularımla ona karşı birşeyler hissetmiştim ve böyle bir soru, nedenleri araştırıyor gibi görünmek yine ona karşı birşeyler hissetiğimi düşündürtebilirdi ona ve ben onu kaybetme riskine giremezdim ne yazıkki... Daha hazır değildim böyle birşeye ve daha bilmiyordum böyle bir şeye hiç hazır olmayacağımı bile bile bir gün ona bu son görüşmemiz diyeceğimi. Belki de sadece kolay geliyordum ona. Onu her zaman sevecek, okşayacak biri olarak görüyordu beni. Ve herseye rağmen umarım tek sebep bu değildi.
Ben mi? Ben mi neden onu arzuluyordum? Her görüşmemizin ardından yıkıldığımı, kendimi adi, basit, inanılmaz yalnız ve inanılmaz kandırılmış hissettiğim halde? Çünkü öncelikle o beni hiç kandırmıyordu. Adi biriymişim gibi de davranmıyordu. Hiçbir şey vadetmiyordu. Yanımdayken elimi tutup sarılıp öpüyordu beni ve ben bu duyguyu hiç bir şeye değişemiyordum. O beni her öptüğünde kuruyan yapraklar yerden kalkıp, yeşerip dallarına konuyorlardı ve bu bana yeterdi. Evet o gidince kendimi kandırılmış hissediyordum çünkü kendimi kandıran bendim. Birgün benim olacak, beni sevecek, beni sevdiği için gelecek diyordum kendime. Olmayacağını bile bile... Birde içimden bir ses boşalamama, konsantre olamama, zevk alamama sorunumu sadece onunla atlatabileceğimi, ilk sevişmemizin izini sadece onunla silebileceğimi söylüyordu. Sadece mastürbasyonla zevk alma yeterli gelmiyordu bana. Kaç ilişkim bitmişti bu sorunum yüzünden?Kaç kişi bunu hırs yapıp canımı acıtmıştı?
Bir gün Anakar'dan ayrılmaya karar verdim. Sevdiğim, her sokağına aşık olduğum şehirden ayrılma vaktim gelmişti. Nereye gidecektim? Nerede yeni bir umutla başlayacaktım yeniden yaşamaya? Engelleyemeden kendimi onun yaşadığı şehre geldim. O yoktu, askerdeydi. Ve onu burda, bu şehirde bekleyen birtek bende değildim. Bir sevgilisi vardı burda. Onunla olduğu halde beni arzuladığını söylediği başka bir kadın. Acemliği bitip dağıtım iznine geldiğinde sevilisinden önce benimle sevişti. Umutlandım. Safça ve belki de salakça. Sonra askerden döndü. Yine sevgilisinden önce bendeydi. Yine başarızdı sevişmemiz, yinede dosttuk. O denli ki sevişip eski ve bugünkü ilişkilerimizden konuşup tekrar sevişebiliyorduk.
Ben o gece o anlattıkça ağladım. Biraz onun çektiği acı için ama en çok kendim için, boş umutlarım için, anlamsız beklentilerim için. Birbuçuk hafta geçti acı içinde. Yalnız, aşırı mutsuz, küskün ve kırgın. Sonra bir mesaj çektim ona 'nasılsın' diye. 'karmakarışık' dedi. Kız arkadasından ayrılmıştı, bir başkası vardı ve o bir başkasını baya uzun zamandır tanıyordu. Yeniden bir umut. Anlamsız, saçma ama çılgınca mutlu eden. Çünkü bana gelecekti yine. Öyle konuşmuştuk. Tüm gece ve ertesi gün işte hayır dedim kendime.Umutlanmana. Gerek yok buna.
Geldi.
Kucağımda anlattı olanları. Aşık olduğu başka bir kadındı. Umudum kalmamıştı artık. O an karar vermiştim. Son gecemiz olacaktı bu. Ben bunları düşünürken kucağımdan kalktı öptü beni. Son kez yapraklar yerden havalanıp yeşerip dallarına kondular. Son kez oldugunu bilerek sarıldım öptüm ve seviştim onunla.Yine başaramadım. Belkide kalbimi yatağın kenarına koyup öyle sevişebilseydim başaracaktım ama yapamadım. Yine konuştuk, yine seviştik, yine yan yana uyuduk. Erkenden uyandım. Son oldugunu biliyordum. Okşadım, öptüm, uyansın istedim, son bir sevişmemiz daha olsun istedim. Uyanmadı. Uyandıramadım.
Ayrıldıktan sonra yanından bir mesaj çektim 'söylemek istediğim pek çok şey varken hiçbirşey söyleyemiyorum. Seni çok özledim. Bunu sende biliyosun ama bilmediğin şu ki sadece bedenen değil duygusal olarak da cok özledim! Bunu engelleme konusunda ne yazık ki cok başarısızsın. Senin sadece bedenen özlediğini bilmek umrumda bile değil! Demek istedim sana dün gece. Ama söyleyemedim. İşte bu yüzden dün gecenin süper olmasını istedim. Çünkü son kez görüştük, çünkü ben kendimi bu şekilde çok köü hissediyorum. Ayrıca her kim olursa olsun dostun bile olsa yatakta başka bir hatundan bahsedersen o hatundan hayır bekleme. Kendine çok iyi bak. Tüm bunlar için beni affet'
Bitmiş miydi hiyakemiz? Yoksa hiç hikayemiz olmamış mıydı bizim? O gece gelirken eve bir şişe kırmızı şarap aldım. Bir saatte tüm şişeyi bitirdim. Ölümcül acı çektim. Ankara'ya dönmeye karar verdim. Ailemi aradım taşınacam gelip yardım eder misiniz dedim. Sonra onu aradım. Ne konuştuk hiç hatırlamıyorum. Sadece ağladım , ağladım, ağladım. Sonra şehre kar yağdı ve kar yaktı bedenimi... Yandı bendenim. Bedenimin yangını ruhuma sıçradı. Kül oldum tükendim.
Ve herşeye rağmen konuştuk tekrar. Asla söyemedi o gece konuşulanları. Bende aslında pek bilmek istemedim ve ailemin geleceği günden önceki gece yine geldi. Cok gec geldi. Gelmicek dediğim anda. Ve yine seviştik ama yapraklar yerden kalkp dallarına konmadı. Çünkü onlar da benim gibi yanmıştı.

neden?

durup duruken yeniden ve yeniden anlamsızca bu kendime yaptıklarım neden? neden bende herkes gibi-ya da en azından pek cokları gibi- yaşayıp gitmiyorum ki... neden bu geriye dönüşler neden bu sorgulamalar neden bu kendi içimde kaybolmalar neden durup dinlenmeden içimde bir yerden bir yere savrulmalar. duramıyorum. durduramıyorum kendimi. sanki kendine zarar vermek için üretilmiş bir organizmayım. sanki azıcık iyileştikce yaralarım yeniden yeniden kendimi kanatmak için programlanmışım. sanki uzun zaman gecerse gözyasları yüzümden süzülmeden yaratana karsı bir görevimi eksik yerine getirmişim gibi bu yasayısım neden?

zaman gecerken, sessizce otururken ve tüm bu sessizligin içinde sessizligi bile fark edemeyecek kadar gürültü varken içimde durmadan yeni sesler, yeni yankılanan kelimeler, düşünceler eklemek neden ruhuma. ve neden bu karmasanın içinde bu kadar susan ben? neden konusmayan, neden sadece yazan, neden konustugu zaman günün karmasasından baska konusacak birşey yok gibi davranan ben? neden hala sessizliklerini anlayacak birinin-birilerinin cıkacagına inanan ben?


neden takılıp duran bir sarkı gibi düşünceler beynimde. bir durup bir baslayarak ama arada ne kadar sessizlik olacagını asla bilemeyecegin gibi. ve sessizlikte aniden yeniden baslaması gibi müzigin neden bu ani ve sert ve yüksek sesli kararlar... neden bir anda bitirmeler bir anda baslatmalar bir anda silmeler ve bir anda bambaska kararlar... neden asla vazgecemem dediklerimden aniden vazgecmeler neden deger vermediklerimin bir anda degerli olması asla dediklerimin olması/olmaması neden yıllarca tolere ettiklerimi bir anda tolere etmekten vazgecmem ve neden hayatta tolere etmem dediklerimin tolere edilebilecek seyler oldugunu fark etmem. neden vazgecmem pek cok seyden. neden bu ani deger yargılarımdaki bu degişimler

ve neden yorgunum bu kadar? neden

gidiyorum...

aylarca ugrastım gelmek için,
aylarca yaşadım burda
ve şimdi gidiyorum. arkamda bu muhtesem sehri, arkadaslarımı, sevdigim yerleri, seni bırakarak. biliyorum hiç anlamayacaksın bu yazdıklarımı. ama yazmam gerek. özlemeye basladım simdiden seni. je t'aime. je t'aime. je t'aime... bisous.

the dress

song: The Dress
Group: Blonde Rehead

Lyrics:
Tears you see on my face, you do have something to do with
Fear starts creeping up when you have so much to lose
Your love waits you while you're cheating
Lightning strikes you when you're moving

The light you see in my eyes, you do have something to do with
Play the game namely love, play it like you have nothing to lose
Horse loves you when you move with him
People hate you when you're changing

Don't let the dress trick you
I love you less now that I know you
I won't count the scars again
I love you less now that I know you

The glow you see on my face, you do have something to do with
Fear starts creeping up when you have so much to lose
Your love wait you while you're cheating
Lighting strikes you when you're moving

Don't let me wonder away
I love you less now that I know you
Don't let the dress trick you
I love you less now that I know you

I won't count the scars again
Because I love you

sen-ben

sen yine yoksun... ben yine tüm gün kütüphanede seni düşünmemek ugruna beynimin içine bir ton bilgi yüklemeye çalıştım. ben çıkarken kapandı kütüphane, çaresizce sokaklarda dolaşıp eve geldim. sen yoksun... kapıyı 2 kere kilitlemiştim. ben iki kere sen bir kere kilitlersin ya hani. işte yine iki kere çevirdim kilidi. ışıgı yakmadan girdim içeri. görecek kimse olmadıktan sonra ışıga gerek yok dedim kendime. hani sen yoksun ya ben kalırım karanlıkta. ve sen yoksun. kokun uçup gitti evden, benden. sen yoksun ya kokun vardı ya yıkamadım nevresimleri. sırf sen yoksun kokun var diye ya! baktım kokunda yok artık...
sen yoksun ya ben niye varım ki?

sonsuz kaçış

daha ne kadar uzaga kacabilirim ki? ne kadar uzaga gidebilirim daha. nedeni bilinmez bir kacma arzusu yüzünden sürüklenmedim mi buralara? ve hayatımın her anında bu kacma uzaklasma duygusu benimle olmadı mı? ve ben durup durup yeniden kaçmadım mı? yıkarak herseyi, cevremi, kendimi, hayallerimi, baskalarının hayallerini? ne kadar daha kaçacam? nereye gidecem daha? son kaçışım kendimden mi kaçmak olacak? zaten paramparca ettigim hayatımın parçalarını baskalarının ellerinde görüp onları yeniden birleştirmek yeniden ben olmak için kacmıyor muyum aslında? peki neden her yeni yerde yeniden paramparca oluyorum? neden yorgunum bu kadar neden yine sadece ve sadece daha uzaga gitmek var aklımada?

örümcek ağı

sıkıntı uyutmadı dün gece. ve sıkıntı yataktan çıkmama izin vermedi bu sabah. başımın üstüne yorganı çektim. kimse görmedi gözyaşlarımı. sonra kurudu gözlerim. daha fazlası süzülemedi yanaklarımdan yastıgıma... kalktım ve gün batmıstı. yine bir geceye uyandım. sıcak odamdan buz gibi koridora adım attım. üşürüm sanmıştım, üşümedim. bir kahve yaptım kendime kokusu mutlu eder sanmıştım, etmedi. sıcaklıgı havadan bile daha soguk olan bedenime yayılır sanmıştım, yayılmadı. ve ben şaşıramadım bile tüm bunlara.
sadece kocaman acıp gözlerimi baktım. neye baktıgımı bile umursamadan öylece baktım. bir müzik çalmaya basladı beynimde. emin olamadım rüyada mıyım yoksa uyandım mı diye... devics calıyordu sakince ve kısık sesle. if you forget me diyordu solist yumusacık ve dupduru sesiyle. if you forget me... unutulacagını bilse de herkes gibi yine de unutulmamak istiyordu. bir anda ben olsam bu sarkıyı söylerken aglardım dedim içimden ve Jacques Brel'in Ne Me Quitte Pas'ı duyulmaya başladı. ağlıyordu söylerken... ve ben ağlıyordum dinlerken ve elimde kahve bardagım vardı ve kocaman acılmıs gözlerim ve üşümeyen bedenim. biliyordum aslında kahvem sıcaktı ve hava soguktu ve gözlerim kocaman açıktı rüyada olmadıgımı söylercesine...
ve bahcede gördüm onu. üstüne ciğ yagmış örümcek agını. eşsiz, kırılgan, mucizevi. bir dokunusunla yok ettigin gibi herseyi bir dokunusla yok olabilecek kadar güzel tüm güzel seyler gibi...
ve kahve bardagı elimi yaktı ve soguktan titredi bedenim...

vazgeçiyorum

senden vazgeciyorum...
senden, kendinden bana verdigin küçük parcandan vazgeciyorum...
sen ucusuz bucaksız hayallerinin peşinde koşarken, olmazları imkansızlıkları reddederken bu hayatta ben hep saglam basmaya calışmaktan yoruldum
senden vazgeciyorum

...

bazen nerde ne yapıyor oldugunu bilmek
yetmez
nerdesin?

ses

Ve ben burda böylece hiçbir şey yapmadan seni bekliyorum. Gözlerim uykusuzluktan ve akıtamadığım yaşlardan acı içinde. Yinede seni bekliyorum. Gelişini görebilmek için oturduğum sandalyeden bile kalkmamalıyım. sen köşeyi dönerken kafanı kaldırıp baktığında beni görmelisin pencerede. karıncalanıyor uyuşuyor açılıyor tekrar karıncalanıp tekrar uyusup tekrar acılıyor her yerim ve bu sanki hiç bitmeyecek bir seramoni gibi görünüyor sen gelinceye kadar. ve an ve an güçten düşüyorum. kaç gün oldu seni beklemeye başlayalı? kaç saat? kaç dakika? yorgunum...
kırgınsın biliyorum ve biliyor musun ben de kırgınım. sessizsem ve bağırmıyorsam senin gibi, suçlamıyorsam seni ve çapıp kapıları çıkmıyorsam, habersiz bırakmıyorsam seni günlerce sebebi benim hiç kırılmamış olmam değil. hiç fark ettin mi içimdeki sessiz haykırışları, hiç fark ettin mi yanındayken bile içimdeki soğuk ve karanlık ve nemli dehlizlere kaçışımı ve fark ettin mi ne kadar uzun zamandır sesimi duymadığını?
Ve tüm kırgınlıklarıma ve kızgınlıklarıma ragmen seni bekliyorum.sessizce ve aglamadan.gel artık...ve bu kez benim sesim cıksın.bu kez benim gözlerimden gör bizi ve bu kez belkide gitme sırası bende