voice of auloniad
21 Ekim 2010 Perşembe
30 Eylül 2010 Perşembe
Onun evinde yalnızdım. Tuhaf bir biçimde hem uzak hem de yakın hissediyordum kendimi eve. Yavaşça odaları dolaştım. Eşyalara dokundum. Yüzlerce ve belki de binlerce irili ufaklı nesne vardı. Neden orada olduklarını bir türlü bilemediğim ve ne için kullanıldıklarını anlayamadıgım. Sadece orada bir şekilde duruyorlardı. Alakasız bir uyum içinde. Çoklardı ve anlamsızlardı benim için. Ama demek ki onun için bir anlamları vardı. Ve belki de benim bu ne işe yaradığını anlayamadığım şeylerden bir kısmı faydalı şeylerdi. Aslında hepsi faydalı olmasa onları tutar mıydı? Kimi fiziksel yarar sağlarken kimi de ruhsal faydalara sahipti belkide... O an tek düşündüğüm bu kadar anının içinde yaşayan bir kadının mutlu olup olmadığıydı. Hiç unutmamak, hep o anıları yaşamak... Yapamayacağımı düşündüm. Ama zaten bu benim evim değildi. Böyle bir evim olamazdı da...
Herkesin bu evi sevmesi belki bundandı. Herkes kendinden birşey bulabilirdi. Ya zevkine uyan ya da geçmişinde bir noktaya dokunan. Ama tanıdığım herkes bu evi seviyordu. Ev sanki kendi kendine yaşıyordu, sanki kendi sesi, kendi hareketleri vardı. Eşyalar yerleştirilmiş miydi yoksa ara ara hareket edip kendi istedikleri yerlerde mi duruyorlardı? Peki ya tablolar? Duvarlarının neredeyse tamamı tablolarla kaplı olan bu evde neden her geldiğimde tabloların yerinin değiştiğini hissediyordum? Böyle birşeye ihtimal var mıydı? Ya çiçekler? Balkondaki, salondaki, mutfaktaki... Tüm bitkiler büyüyor, serpiliyor ve sanki bir biçimde hem evde olan varlıklarını tüm ihtişamlarıyla sürdürmek istiyor hem de hızla ve büyük bir azimle pencerelerden, balkonlardan içeri sızıyormuş gibi görünen ama bunaltmayacak mesafede olduğunu da hissettiren ağaçlara doğru ilerliyorlardı.
Evet evet, ev nefes alıyor, hareket ediyordu. Tek açıklama buydu. Ama bu his normalde insanı ürkütmez mi? Neden ürkmüyor hatta daha da büyük bir zevkle odadan odaya dolaşıyordum? Dolaptan sarkan bir kazağın kolu bileğime yapışsa, ya da bir tablodan bir balık düşse önüme, ya da bir anda ağaçlar pencerelere yanaşsa şaşırmayacaktım. Evet evet bu ev yaşıyordu ve sanki normal olan şey buymuşcasına bir his veriyordu insana. Tamamen sessizken ortalık, çıt çıkmıyorken, hatta alt ve üst kat komşularından bile en ufak bir ses gelmiyorken nedense mutfaktaki kavanozlar birbirleriyle tıngırdaşarak konuşuyorlar gibi hissedip tahta kaşıkların onlara ama biraz sessiz olun, ev boş değil dediğini duyduğumu hayal ettim.
Ev boştu ve ben yalnızdım. Bu yalnızlık için özel bir çaba göstermemiştim. Hayal bile etmemiştim bu evde yalnız kalmayı. Belki de o ana kadar bu evin, ev sahibinin hareketlerini, varlığını yansıttığını düşünmüştüm. Yalnızdım. Tek başımaydım ve evin beni içine çektiğini hissediyordum. Ev beni hızla derinliklerine çekiyordu ve ben ne yapacağımı bilemiyordum. Kontrolden çıkmak mıydı bu yoksa insanın en doğal merak güdüsü müydü? Çalışma odası kitap, cd ve albüm doluydu. Kitapların adlarını ve arka kapaklarını okudum uzun uzun. Okuduklarımla karşılaşınca mutlu oldum, merak ettiklerimin isimlerini not ettim. Cd çalara bir cd koydum. Bir yandan evden bir ses gelecek mi gerçekten diye düşünüp, bir yandan da böyle birşeyi duymaktan korkuyordum. Müzik iyi geldi. Bilmediğim bir gruptu, tanımadığım ezgilerdi. Daha önce duymuş olabilir miydim acaba? Bir duvar dolusu cd den neden bunu seçtiğimi düşünerek oturdum kanepeye. Gün batmak üzereydi. Güneşin son kızıllıkları aydınlatıyordu ağaçları, yeşilin en parlağı, turuncunun en açığı binaların üstlerine düşen gölgelerine inat sanki sadece benim için dayanıyorlardı. Sanki güneş ufuk çizgisinin altına inip tamamen kayboluncaya kadar benimle kalacaklardı. Uzandığım yerden bir rüzgarla sallanan bu ağaçları görüyordum, bir deli mavi gökyüzünü, kitapları ve cdleri.
Albümlere bakmak istedim. O kadar çoktular ki... O gelinceye kadar albümlere bakarım diye düşünüyordum. Evi bu kadar anı ile dolu olan kadının bu denli çok albümü olması kadar doğal ne olabilirdi ki? Yavaşca yerimden kalktım. Kütüphanenin en üst rafına yerleştirilmiş albümlere uzandım. Albümler bile o kadar özenle seçilmişti ki... içindekilerden öte bu albümlerin bile kendi kendilerine bir anıları vardır diye düşündüm. En üstteki albümü açtım. İlk sayfada bir erkek fotografı vardı. Hafif yan dönmüş, fotograf çekilirken kameraya bakmamış –ama bilinçli değil, gerçekten farkında olmayan bir havası vardı- gülümseyerek konuşan, gözleri ışıl ışık, muhtemelen arkadaşları ile gittikleri bir yemekte çekilmiş bir fotograf. Yakışıklı diye düşündüm. Hoş bir adam. İlk sayfada olmayı hak edecek kadar özel. Ve sayfayı çevirdim. Boştu. Ve tüm sayfaları çevirdim. Hepsi boştu. Ve bütün albümlerin bütün sayfalarını çevirdim. Tek bir fotograf dahi yoktu. Dikkatlice baktım sayfalara. Hiç birine daha önce fotograf konmamıştı. Bir çok albüm vardı. Tek bir fotograf. Bir albümün ilk sayfasında belki fotografının bile çekildiğinden haberi olmayan bir erkeğin fotografı...
19 Mayıs 2009 Salı
kızgınlık
sana kızamıyorum. kendime o kadar kızgınım ki... kendime kızmaktan sana kızamıyorum. canım yanıyor. susuyorum. bana soruyordun ya hani ayrıyken de beraberken de beni seviyor musun diye ve ben cevap vermedikçe sen ama sev beni diyordun ya... sevdim aslında hep seni. keşke sevmeseydim diyemiyorum ya ondan kızıyorum işte kendime. işte bu yüzden susuyor ve kızıyorum kendime. bir gün tüm sıkıntılar geçecek ve gerçekten mutlu olacaz dediğim için kızıyorum kendime. oysaki sıkıntılar hiç geçmedi. sıkıntılar hep aynıydı sadece bakmamaya, görmemeye çalışıyordum. işte bu yüzden kızgınım kendime. senden nefret bile edemediğim için kızgınım çok....
bu bilinçsiz bir kendini koruma çabası mı acaba diyorum. acaba anlatma kendini, içinde tut düşüncelerini, bak ne zaman açsan kendini yaralandın, yıprandın, sus anlatma, sakın, lütfen, yalvarırım diyen içimdeki benim bana oynadığı bir oyun mu acaba? içimdeki ben zaman zaman oyun oynar benimle. amacı bazen korumak bazen cesur ol demek bazen boşver bazen de heyyyy çok boşverdin kendine gel demek... bense farkında olmadan dinlerim onu. bazen bu oyunu farketmem bile...
offf neler yazmak isterken neler yazıyorum gene. yok yok yazmaya devam etmeyeceğim bunu. yazdıkça kafam karışıyor bi de kendime kızıyorum üstüne üstlük. offf tamam bu kadar saçmala yeter:)
28 Şubat 2009 Cumartesi
i know
Saturday, 28. February 2009, 13:13:00
Zamanın hızla akıp gittiğini hissediyorum. Zaman hızla akıyor ve ben sürekli koşuyorum hayatı-zamanı yakalamak için. Zaman önde ben onun arkasında ve benim arkadam da anılar. üçümüzde bırakmıyoruz bu koşuyu. sürekli daha ileri. peki ya arada durmak, soluklanmak istersem ben? o zaman anılar benim önüme geçiyor. o zaman anılar işgal ediyor her yanı ve işte o zaman asıl koşu başlıyor. Hem de dinlenemeden daha da hızlı olmak gerekliliği doğuyor. Anılar daha çok can yakmasın diye daha hızlı koşmak... Ve belki de durduğunu zannettiğin an bile aslında koşuyorsun. En basidi soluk alıp veriyor, yemek yiyor, uyuyorsun ve aslında duramıyorsun hiç gerçekten. sürekli koş koş koş ve sonuçta ne zamana yetişebil ne de anıları atlatabilr...placebo i know ile uyandığım sabahın anısına...
I know, you love the song but not the singer
I know, you've got me wrapped around your finger
I know, you want the sin without the sinner
I know
I know
I know, the past will catch you up as you run faster
I know, the last in line is always called a bastard
I know, the past will catch you up as you run faster
I know
I know
I know, you cut me loose in contradiction
I know, I'm all wrapped up in sweet attrition
I know, it's asking for your benediction
I know
I know
I know, the past will catch you up as you run faster
I know, the last in line is always called a bastard
I know, the past will catch you up as you run faster
I know
I know
I know, the past will catch you up as you run faster
I know, the last in line is always called a bastard
I know, the past will catch you up as you run faster
I know
I know.
No Title...
Saturday, 31. January 2009, 23:03:04
uykunu tamamen almış şekilde
ve saate bakarsın
kalkman gereken saattir.
oysaki
bazen uyanırsın ve
sabah olmaz
gün doğmaz
sen yine
kalkman gereken saatte kalkar
hayatına devam edersin bir şekilde.
ama
bazen uyanırsın ve
sabah olmaz
gün doğmaz.