30 Eylül 2010 Perşembe

Onun evinde yalnızdım. Tuhaf bir biçimde hem uzak hem de yakın hissediyordum kendimi eve. Yavaşça odaları dolaştım. Eşyalara dokundum. Yüzlerce ve belki de binlerce irili ufaklı nesne vardı. Neden orada olduklarını bir türlü bilemediğim ve ne için kullanıldıklarını anlayamadıgım. Sadece orada bir şekilde duruyorlardı. Alakasız bir uyum içinde. Çoklardı ve anlamsızlardı benim için. Ama demek ki onun için bir anlamları vardı. Ve belki de benim bu ne işe yaradığını anlayamadığım şeylerden bir kısmı faydalı şeylerdi. Aslında hepsi faydalı olmasa onları tutar mıydı? Kimi fiziksel yarar sağlarken kimi de ruhsal faydalara sahipti belkide... O an tek düşündüğüm bu kadar anının içinde yaşayan bir kadının mutlu olup olmadığıydı. Hiç unutmamak, hep o anıları yaşamak... Yapamayacağımı düşündüm. Ama zaten bu benim evim değildi. Böyle bir evim olamazdı da...

Herkesin bu evi sevmesi belki bundandı. Herkes kendinden birşey bulabilirdi. Ya zevkine uyan ya da geçmişinde bir noktaya dokunan. Ama tanıdığım herkes bu evi seviyordu. Ev sanki kendi kendine yaşıyordu, sanki kendi sesi, kendi hareketleri vardı. Eşyalar yerleştirilmiş miydi yoksa ara ara hareket edip kendi istedikleri yerlerde mi duruyorlardı? Peki ya tablolar? Duvarlarının neredeyse tamamı tablolarla kaplı olan bu evde neden her geldiğimde tabloların yerinin değiştiğini hissediyordum? Böyle birşeye ihtimal var mıydı? Ya çiçekler? Balkondaki, salondaki, mutfaktaki... Tüm bitkiler büyüyor, serpiliyor ve sanki bir biçimde hem evde olan varlıklarını tüm ihtişamlarıyla sürdürmek istiyor hem de hızla ve büyük bir azimle pencerelerden, balkonlardan içeri sızıyormuş gibi görünen ama bunaltmayacak mesafede olduğunu da hissettiren ağaçlara doğru ilerliyorlardı.

Evet evet, ev nefes alıyor, hareket ediyordu. Tek açıklama buydu. Ama bu his normalde insanı ürkütmez mi? Neden ürkmüyor hatta daha da büyük bir zevkle odadan odaya dolaşıyordum? Dolaptan sarkan bir kazağın kolu bileğime yapışsa, ya da bir tablodan bir balık düşse önüme, ya da bir anda ağaçlar pencerelere yanaşsa şaşırmayacaktım. Evet evet bu ev yaşıyordu ve sanki normal olan şey buymuşcasına bir his veriyordu insana. Tamamen sessizken ortalık, çıt çıkmıyorken, hatta alt ve üst kat komşularından bile en ufak bir ses gelmiyorken nedense mutfaktaki kavanozlar birbirleriyle tıngırdaşarak konuşuyorlar gibi hissedip tahta kaşıkların onlara ama biraz sessiz olun, ev boş değil dediğini duyduğumu hayal ettim.

Ev boştu ve ben yalnızdım. Bu yalnızlık için özel bir çaba göstermemiştim. Hayal bile etmemiştim bu evde yalnız kalmayı. Belki de o ana kadar bu evin, ev sahibinin hareketlerini, varlığını yansıttığını düşünmüştüm. Yalnızdım. Tek başımaydım ve evin beni içine çektiğini hissediyordum. Ev beni hızla derinliklerine çekiyordu ve ben ne yapacağımı bilemiyordum. Kontrolden çıkmak mıydı bu yoksa insanın en doğal merak güdüsü müydü? Çalışma odası kitap, cd ve albüm doluydu. Kitapların adlarını ve arka kapaklarını okudum uzun uzun. Okuduklarımla karşılaşınca mutlu oldum, merak ettiklerimin isimlerini not ettim. Cd çalara bir cd koydum. Bir yandan evden bir ses gelecek mi gerçekten diye düşünüp, bir yandan da böyle birşeyi duymaktan korkuyordum. Müzik iyi geldi. Bilmediğim bir gruptu, tanımadığım ezgilerdi. Daha önce duymuş olabilir miydim acaba? Bir duvar dolusu cd den neden bunu seçtiğimi düşünerek oturdum kanepeye. Gün batmak üzereydi. Güneşin son kızıllıkları aydınlatıyordu ağaçları, yeşilin en parlağı, turuncunun en açığı binaların üstlerine düşen gölgelerine inat sanki sadece benim için dayanıyorlardı. Sanki güneş ufuk çizgisinin altına inip tamamen kayboluncaya kadar benimle kalacaklardı. Uzandığım yerden bir rüzgarla sallanan bu ağaçları görüyordum, bir deli mavi gökyüzünü, kitapları ve cdleri.

Albümlere bakmak istedim. O kadar çoktular ki... O gelinceye kadar albümlere bakarım diye düşünüyordum. Evi bu kadar anı ile dolu olan kadının bu denli çok albümü olması kadar doğal ne olabilirdi ki? Yavaşca yerimden kalktım. Kütüphanenin en üst rafına yerleştirilmiş albümlere uzandım. Albümler bile o kadar özenle seçilmişti ki... içindekilerden öte bu albümlerin bile kendi kendilerine bir anıları vardır diye düşündüm. En üstteki albümü açtım. İlk sayfada bir erkek fotografı vardı. Hafif yan dönmüş, fotograf çekilirken kameraya bakmamış –ama bilinçli değil, gerçekten farkında olmayan bir havası vardı- gülümseyerek konuşan, gözleri ışıl ışık, muhtemelen arkadaşları ile gittikleri bir yemekte çekilmiş bir fotograf. Yakışıklı diye düşündüm. Hoş bir adam. İlk sayfada olmayı hak edecek kadar özel. Ve sayfayı çevirdim. Boştu. Ve tüm sayfaları çevirdim. Hepsi boştu. Ve bütün albümlerin bütün sayfalarını çevirdim. Tek bir fotograf dahi yoktu. Dikkatlice baktım sayfalara. Hiç birine daha önce fotograf konmamıştı. Bir çok albüm vardı. Tek bir fotograf. Bir albümün ilk sayfasında belki fotografının bile çekildiğinden haberi olmayan bir erkeğin fotografı...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder